Öğr. Gör. Dr. Taner EROL
Hukuk Konuşsun, Herkes Sussun
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın tutuklanması, ülke gündeminde yeni bir tartışma dalgası yarattı. Özdağ’ın “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” suçlamasıyla tutuklandığı iddiası, toplumun farklı kesimlerinde çeşitli tepkilere neden oldu. Özellikle siyasi figürlerin hukuki süreçlerde muhatap olması, toplumun hassasiyetlerini tetikleyen bir mesele. Ancak burada kritik olan, bu süreçte hukukun nasıl işlediği ve tartışmaların hangi temele oturtulduğudur.
Öncelikle, hukuk önünde herkes eşittir. Bu ilke, demokrasinin ve hukuk devletinin temel taşıdır. Bir suç işlendiği iddia ediliyorsa, bu suçun failinin kim olduğuna bakılmaksızın yargı sürecinin tarafsız işlemesi gerekir. Bu anlamda, Özdağ’ın tutuklanma kararını alan savcıyı hedef alarak eleştirenlerin sorgulaması gereken ilk şey, savcının hukuku işletip işletmediğidir. Siyasi pozisyonu, kimliği veya ideolojisi ne olursa olsun, hukuk tek bir standarda göre işlemelidir.
Özdağ’ın siyasi söylemleri, şahsen benim de desteklemediğim bir çizgide. Kimlik üzerinden yürüttüğü ayrımcı ve etnikçi projeksiyon, siyasi parkurda gereksiz bir kutuplaşmaya yol açmaktadır. Ayrıca mültecilerle ilgili açıklamalarında kullandığı agresif üslup, bir siyasetçinin toplumun tamamını kucaklama görevine aykırı bir tutum sergilemektedir. Ancak, Özdağ’ın bu söylemlerini desteklememek, hukuki süreçlerin objektif ve tarafsız yürütülmesi gerektiği gerçeğini de değiştirmez.
Özdağ’ın tutuklanmasıyla ilgili tartışmalarda dikkati çeken bir diğer mesele, bu durumun siyasi sonuçlarıdır. Toplumsal bir figür olarak, hukuki bir meselede mağdur gibi algılanmak, ona destek veren kesimlerde aidiyet hissini güçlendirebilir. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan için bu durumun bir getirisi olacağına dair bir izlenim siyaset uzmanlarınca ifade edilmemektedir. Bu bağlamda, “Cumhurbaşkanı neden böyle bir şey istesin ki?” sorusu önemlidir. Aklıselim bir bakış açısıyla hukukun tamamen bağımsız bir şekilde işleyebileceği bir sürecin beklenilmesi gerektiğini ifade etmemiz daha doğru olacaktır.
Buradaki asıl sorulardan biri, hakaret ve fikir özgürlüğü arasındaki çizginin nasıl çizileceğidir. Fikir özgürlüğü, demokrasinin vazgeçilmez bir unsurudur. Ancak hakaret, bu özgürlüğün sınırlarını aşan bir durumdur. İkinci olarak da toplumu ayrıştıran, bölen veya suça teşvik edebilecek ifadelerin sonucu ağır bedeller yaşatabileceğidir. Böyle riskli söylemler milletin huzurunu bozabilir, millet olma duygusunu elinden alabilir. Bunun içinde özellikle siyasiler, topluma mal olmuş ve kitle psikolojisini etkileyebilecek karakterler olduğu için iki düşünüp bir konuşması gerektiği inancındayım. Bu tür olaylarda asıl belirleyici olan, hukukun bu sınırları nasıl yorumladığı ve uyguladığıdır. Dolayısıyla, kimin haklı, kimin haksız olduğuna bireylerin değil, hukukun karar vermesi gerekir.
Tüm bu tartışmalar arasında, önemli bir gerçeği unutmamalıyız: Her hukuk olayında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın doğrudan müdahil olduğu yönündeki söylemler hem hukuka hem de siyasete zarar vermektedir. Hukuk devleti ilkesinin temel gereği, yargı süreçlerinin siyasetten bağımsız işlemesini sağlamaktır. Bu noktada, hukukun işlediği bir ortamda herkesin susması ve süreci izlemeye odaklanması gerektiğini bir kez daha vurgulamakta fayda var.
Komplo teorileri açısından bakıldığında, nasıl ki Ümit Özdağ’ın bu süreçte mağdur edildiği iddia edilebiliyorsa, aynı teoriler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu olay üzerinden mağdur edilmeye çalışıldığı yönünde de yorumlanabilir. Bu tür yaklaşımlar, yalnızca toplumdaki kutuplaşmayı derinleştirmekte ve güven bunalımını daha da artırmaktadır. Ayrıca her hukuk olayı cereyan ettiğinde bir mağdur arama psikolojisine girmek, oldukça yanlış bir tutumdur. Ülkede bir hukuk sistemi var ve bir eylem gerçekleştirildi. Bu eylemin sonucunda haklı, haksız veya mağdur arama durumu normal kabul edilebilecek bir durum değildir. Önce hukuk süreci yürütsün ve bir karar versin. Bunun sonucunda gerek uzmanlar gerekse vatandaş elbet kendi yorumunu yapacaktır. Tabii yorumlar anayasanın üstünde değildir. Demokratik bir hukuk devletinde olduğumuzu yer yer unutuyoruz. Hukuk elbet zaman zaman her kesim insanımız için tartışmalı kararlar almıştır. Toplum bu kararın değişmesini yine demokratik yollarla isteyebilir de. Başörtüsü ile ilgili yapılan hukuk katliamını unutmuyoruz. Ama burada vatandaşın ve gerekli kurumların izlemesi gereken yöntem önemlidir. Toplumun onca sorunu varken yeni cepheler açmak doğru değil. Konsantre olmamız gereken yer; daha adil ve müreffeh bir toplum nasıl olabiliriz, olmalıdır.
Artık toplumun acil olarak güven tesisine ihtiyacı vardır. Ne yazık ki bugün kimse kimseye güvenmiyor; bu durum, adalet duygusunun ve toplumsal dayanışmanın zedelenmesine yol açmaktadır. O yüzden en doğru yaklaşım, hukukun kendi kuralları çerçevesinde konuşmasına fırsat vermek ve bireylerin, kurumların veya siyasilerin bu sürece müdahale etmemesidir. Bırakalım hukuk konuşsun, biz susalım.
Ümit Özdağ’ın tutuklanması, hukukun sınavlarından biri olmuştur. Toplum, bu süreçte adaletin nasıl işlediğine dair net bir cevap beklemektedir. Umarız bu olay, hukuk sisteminin tarafsız işleyişine dair güveni yeniden tesis etmek için bir fırsat olur. Eğer bir suç varsa, bir suçlu varsa ve bunları tanımlayan bir hukuk sistemi de varsa, kanun koyucu gereğini yapar. Burada ilke, kanunun bu eylemi herkes için aynı derecede yapmasıdır. İlginç olan, Türkiye’de hukuk adaleti tecelli ettirecek mekanizma değilmiş gibi hareket etmemizdir. Aksine, mağduriyet oluşturuyor diye gündem oluşturuyoruz.
Burada bir paradoks yok mu?
Eğer tartışmalı bir hukuk sistemimiz hala varsa konuşacak pek bir şey yok demektir.
En azından biraz birbirimize güvenmenin zamanı gelmedi mi?