Ahmet ÇİÇEK
Abi, Hayat Sevdiklerine Sevildiğini Hissettirmeyecek Kadar Uzun Değil ki
Hayatın kendine mahsus bazı öğretileri vardır. Ki bunu benim diyen üniversitelerden tahsil ile öğrenemezsiniz. Yaşanmadan layıkıyla anlamak zor ama ben yine de yazarak anlatmayı deneyeceğim.
Geçen Nisanda öğrenmiştik Alihan’ın beyninde iki parça tümör olduğunu. O günden vefatına kadar olan süreçte her türlü tedavi yöntemlerine başvurduk. Bu süreçte dört ameliyat geçirdi. Doktorları başta olmak üzere, onu öyle ya da böyle tanıyan herkes imkânları ölçüsünde seferber oldu. Takdir-i ilahi; 20 yaşındaki kardeşim Alihan’ı 20 Ocak Çarşamba günü kaybettik.
Geçen bu 8-9 aylık süre zarfında öyle şeyler yaşadık ki bunların en azından bir kısmının paylaşılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü onların bazısı var ki bütün insanlara, insanlığa okkalı bir mesaj niteliğindedir fikrimce. Hissemizi almamız gerektiği kanaatindeyim.
Alihan, üç kardeş arasına 14 yıl sonra katılan dördüncü ve en küçük kardeşimizdi. Beklenmedik bir zamanda yeni bir kardeşe sahip olmanın bir hikmeti olduğunu düşünürdüm hep. Gerçekten de Alihan bambaşka bir çocuktu. Dokunduğu her insanda bir iz bırakıyordu. Üzerinde şeytan tüyü var dedikleri cinsten biriydi. Daha ilk çocukluk dönemlerinde dahi “Herkes Alihan Diyor” diye bir deyim yaygınlaşmıştı köyde, ilçede. Mahallede her ev onun evinden bir evdi. O evlerin her bir kadını onun annesi gibiydi. Melahat Anne, Hanife Anne, Efa Anne vs. vs…
Her şey çok güzel gidiyordu. Genç delikanlı olmuş, üniversiteye başlamıştı. Samsun’da bir dönem okuma imkânı bulacaktı ama o bir dönem bile onlarca dost kazanmasına yetmişti. Çok sevmişti Samsun’u… Hatta zaman zaman “Ben Samsunluyum” derdi. Fakat 2015 Nisanında şiddetli baş ağrıları, çift görme ve denge kaybı ile kendini iyice belli eden beyin tümörü bizi bambaşka yolculuğa sevk etti.
İstanbul’a getirdik… Kısa bir süre sonra Cerrahpaşalı olmuştuk. Hasta haline rağmen Cerrahpaşa’nın gözbebeği oldu. Doktorlarından, hemşirelerinden, hizmetlisine kadar Alihan herkesin bir numarasıydı. Sıradan bir hasta gibi değildi. Zaman zaman huysuzluklarıyla Cerrahpaşa personellerini bunaltsa da aynı gün gönüllerini almayı da ihmal etmiyordu. Kendisini ziyarete gelen eş dostları mutlu etmeden, güldürmeden uğurlamıyordu. Fıkralar anlatıyor, doğaçlama espriler stand up havasında peş peşe geliyordu.
Bütün bunlar yaşanırken bacaklarını kullanamaz oldu, gözleri görmez oldu, ağrıları şiddetlendi ama bir gün, evet bir tek gün bile şikâyet etmedi. Neşesini son ana dek muhafaza etti. Neden ben, demedi. Rabbine isyan etmedi. Aksine hep şükretti. Bir keresinde babamla konuşuyor: “Baba, Allah beni o kadar seviyor ki beni cennetine almak için bana bu hastalığı nasip etti. Pat diye de canımı alabilirdi ama o beni cennetine almak istiyor. Bildiğim bilmediğim günahlarım var. Onları tek tek temizlemek için hastalığımı bahane etti. Ne kadar günahım varsa o kadar yaşayacağım.” Bu muhakeme, bu tespit, bu samimiyet, bu teslimiyet başlı başına cenneti tarif ediyordu zaten. Lafa bak; Ne kadar günahım varsa o kadar yaşayacağım.
Evet, Alihan sağlam inancı olan bir çocuktu ama öyle dört dörtlük bir dindar değildi. Fakat, gırgır şamatalarının, kahkahalarının hatta büyük ağrılarının arasında “Bir şey söyleyeyim mi?” diye başlayan öyle cümleler kuruyordu ki hiçbir vaizin kürsüsünden duyamazdınız onları. Onu konuşturan biri vardı sanki.
Ölüm düşüncesi onu hiç korkutmuyordu. Özellikle çok düşkün olduğu küçük amcamın vefatından sonra zaman zaman “Ben 20 yıl yaşayacağım.” derdi. Bir gün bu hastalığı teşhis edildiğinde henüz ilk ameliyatına girmeden yine babama: “İşte baba, size söylüyordum da inanmıyordunuz. Beni götürecek olan hastalık kapıma geldi. Öldüğümde beni amcamın yanına defnedersiniz.” demiş. Ben bunu ilk ameliyatından sonra babamdan öğrendim. Bir baba bu söze nasıl dayansın, diye hüngür hüngür ağlaması hiç gözümün önünden gitmez.
Delikanlı gibi ölümün karşısında duruşunun bir başka örneğini de bana yaşattı. Yine Cerrahpaşa günlerimizden bir gün ciddi konuşmalarından birini yaptı: “Abi, fazla zamanım kalmadığını biliyorum. Ama sor ki ölümden korkuyor muyum? Hayır, korkmuyorum. Ama korktuğum bir şey var.” Nedir, diye sordum. “Unutulmak, unutulmaktan korkuyorum. Kısa bir ömrüm oldu, unutulurum herhalde.” Ben de teselli olsun diye: “Allah geçinden versin oğlum. Ama şunu bil ki sen 20 yılda 100 yaşında adamın yaşayamadığı kadar dolu dolu yaşadın. Çok seviliyorsun. Bana bile Alihan’ın abisi diyorlar. Ben unutulurum, sen unutulmazsın Alihan” diye cevap verdim. “O zaman korkmama gerek yok abi.” dedi.
Bir de hayatın anlamını anımsatan nükteli bir sözü oldu ki işittiğimde nutkum tutuldu. O sözü paylaşmadan evveliyatını izah edeyim.
Alihan dünyaya geldiğinde evin tek çocuğu gibi oldu. Okul, iş, evlilik derken diğer kardeşler başka şehirlere dağılmıştık. Tabi biraz şımarık büyütülünce babamın otoritesi zayıfladı. Otorite vazifesi babamın talimatıyla bana düştü. Böylece özellikle lise dönemlerinden itibaren Alihan için otorite bendim. Fakat bu hastalık malumumuz olunca doktorumuzla özel görüştüm ve meselenin ciddiyetinden haberdar oldum.
O vakitten sonra işler değişti. Alihan artık benim yaşıtım, arkadaşım oldu. Kısa süre sonra birçok özelini paylaşabilecek kadar aramızı ısıttık. Hatta bazen: “Abi bunları sana nasıl anlatabiliyorum.” diye hayretini de gizlemiyordu. Yine böyle keyifli günlerimizin birinde bana: “Abi keşke eskiden de böyle olsaydın.” dedi. Ben de: “Ne yapayım Alihan. Yaramazlık yaptığında kulağını çekecek biri olmalıydı. Baba olamayınca, o ben oldum.” diye cevap verdim. Yaklaşık bir dakika kadar sessiz kaldıktan sonra şöyle bir şey dedi: “Ama abi, hayat sevdiklerine sevildiğini hissettirmeyecek kadar uzun değil ki.” O nasıl bir laftı aman Allah’ım! Hayatım film şeridi gibi vınladı durdu gözbebeklerimde. Sonra kalktım yerimden. Eğilip yanaklarından öptüm. “Hissettireyim, o zaman” dedim. Her birimiz bu hatayı yapmıyor muyuz? Çok sevdiği halde oğluna, kızına, annesine, babasına, kardeşine, eşine o sevgiyi hissettirebilecek bir tatlı sözü, yumuşak bir öpücüğü esirgeyenlerimiz ekseriyette değil midir?
Yönetmeyi ve kontrolü severdi. Son ana kadar teslim olan bir hasta olmadı. Neyin nasıl yapılacağına kendi karar veriyordu çoğu zaman. Sona doğru ölüm sonrasını da yönetmeye başladı. Yine babama söyledi: “Baba, anneme de söyle ben ölünce az ağlayın. Yani Peygamberimizin (SAV) çocuklarına ağladığı kadar ağlayın. İsyan etmeyin. Bu hastalık benim imtihanım ama sizler de benimle imtihan ediliyorsunuz. Dikkat edin.” Allah’a çok şükür, onun bu telkini zihinlerde yer etti ve metanetli bir matem hayat buldu.
Alihan’a doymak mümkün değil ama yine de son 8-9 ayımızın neredeyse her günü birlikte geçirdiğimiz için şanslıyız. Üç ay evvel yitirdiğimiz yeğenim Ertuğrul ansızın aramızdan ayrıldı ve bu ani gidiş içerimizde derin bir yara oluşturdu. Alışmak ve kabullenmek kolay olmuyor.
Vefatından bir ay evvel sık sık: “Bir ay içinde benim düğünüm olacak ve herkes düğünüme gelecek.” diyordu. Gerçekten de bir ay sonra düğünü oldu ve herkes düğününe geldi. Düğün gibi bir cenazesi oldu. Kendisi de Yusuf güzelliği ile nurlanmış bir damat gibiydi. Gören herkese, ölmek mukadderse biz de böyle ölmek isteriz dedirtecek güzellikte uğurlandı.
Cennete gitmek için yaratılmıştı belli ki. Geç geldi, erken gitti. Üç ay evvel yola çıktığından dahi haberdar olmadığı çok sevdiği yeğeni Ertuğrul’a da yetişmiş oldu.
Yazımızı bitirirken hem Alihan’ıma hem Ertuğrul’uma birer Fatiha okursanız, güzelliğe güzellik katmış olursunuz.
El Fatiha…
Ahmet ÇİÇEK
ahmtcick@hotmail.com
30.01.16