Türkiye, uzun süredir gelişimini ve istikrarını engelleyen terör sorunuyla mücadele etmektedir. 1980'li yıllardan sonra sayısal olarak büyüyen ve kendince bir yapı oluşturan kanlı terör örgütü PKK, farklı isimler ve organizasyonlar altında faaliyetlerini sürdürerek Türkiye’nin ilerleyişine engel olmuştur. Zaman zaman silah bırakma söylemleri gündeme gelse de kanlı örgüt, şiddet ve terörden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Dış desteklerle ayakta kalan bu yapı, özellikle Türkiye’nin doğu bölgelerinde istikrarsızlık yaratarak bölgesel kalkınmayı sekteye uğratmış ve etnik temelli kronik sorunların oluşmasına zemin hazırlamıştır.
PKK, kuruluşundan itibaren Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerinde yaşayan vatandaşların farklı bir etnik kimliğe sahip olduğunu iddia ederek, Türk devleti tarafından baskı gördüklerini ve kültürel asimilasyona maruz kaldıkları gibi asılsız ifadeleri öne sürmüştür. Kanlı örgütün nihai hedefi, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunu kapsayan, Suriye, İran ve Irak topraklarını da içine alan bir sözde Kürdistan devleti kurmaktı. Ancak, kanlı örgütün yöneticilerinin önemli bir kısmının Kürt kökenli olmadığı ve bazı isimlerin Ermeni kökenli olduğu yönündeki iddialar, PKK'nın gerçek amacının etnik bir mücadeleden ziyade Marksist ideolojiye dayalı bir yapılanma olduğunu ortaya koymaktadır.
PKK, 1970'li yıllarda sol örgütlerin Kürt sorununa bakış açılarına tepki olarak ortaya çıktığını iddia etse de Marksist-Leninist söylem örgütün temel ideolojik dayanağı olmuştur. Terör örgütünün kurucusu terörist başı Abdullah Öcalan, öğrencilik yıllarında ulusal sorunun silahlı mücadele yoluyla çözülebileceğini savunarak, faaliyet alanını doğu ve güneydoğu Anadolu'ya kaydırmıştır. 1978 yılında yapılan toplantıyla, örgütün adı resmi olarak PKK olarak belirlenmiştir. İlk aşamada "Apocular" veya "UKO’cular" (Ulusal Kurtuluş Ordusu) olarak anılan yapı, zamanla silahlı eylemlerini artırarak kanlı terör faaliyetlerine başlamıştır.
1984 yılında Şam’da gerçekleştirilen ikinci kongrede, örgüt üyeleri gerilla savaşına hazırlanmış ve özellikle Hakkâri, Mardin, Siirt gibi illerde silahlı eylemler için hazırlıklarını hızlandırmıştır. PKK’nın ilk büyük terör eylemi, 15 Ağustos 1984’te Hakkâri'nin Şemdinli ve Siirt’in Eruh ilçelerine eşzamanlı düzenlenen saldırılar olmuştur. Bu eylemler, örgütün silahlı terör sürecine resmen başladığını göstermiştir.
1999 yılında terörist başı Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından verdiği ifadelerde, PKK’nın silahlı faaliyetlerini 1984 öncesi ve sonrası olmak üzere iki döneme ayırdığı görülmektedir. Öcalan, “Hilvan-Siverek dönemi” olarak tanımladığı birinci dönemde mücadelenin, bölgedeki ağalar ve şeyhler gibi yerel otoritelere karşı sürdürüldüğünü; Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlayan ikinci dönemde ise doğrudan devlete karşı silahlı saldırılar düzenlemeye başladıklarını belirtmiştir. İfadesinde, bu saldırıların kendi talimatıyla gerçekleştirildiğini kabul eden terörist başı Öcalan, 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde ölüm orucunda hayatını kaybeden üç örgüt üyesinin ardından bu kararı aldığını açıklamıştır.
Terör örgütü PKK, Abdullah Öcalan’ın cezaevine girmesinin ardından da kanlı eylemlerine devam etti. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), örgüte karşı birçok başarılı operasyon gerçekleştirse de örgüt, halkın içinde kamufle olarak varlığını sürdürmeyi başardı. Bölgedeki gençleri silah zoruyla, uyuşturucu bağımlılığıyla ve ideolojik propaganda ile etkisi altına alarak kadrosunu sürekli yeniledi. TSK’nın operasyonları örgüte ağır darbeler vursa da yurt içi ve yurt dışından katılımlar devam etti. Özellikle bazı yabancı paralı askerlerin de örgüte katıldığı gözlemlendi. PKK, ABD başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinden hem finansal hem de silah desteği aldı ve bu nedenle lojistik açıdan ciddi bir sıkıntı yaşamadı.
Türkiye, terörle mücadelede uluslararası alanda yeterli desteği bulamasa da terör unsurlarına karşı mücadelesini üst düzeyde sürdürdü. FETÖ’nün, TSK ve bazı devlet kurumlarına sızması, Türkiye’nin terörle mücadelede istediği sonuçları almasını zorlaştırdı. FETÖ, Türkiye’yi sürekli bir güvenlik krizi içinde tutmayı amaçladı ve 15 Temmuz darbe girişimiyle bu niyetini açıkça gösterdi. Ancak darbenin başarısız olması ve FETÖ’nün TSK içindeki yapılanmasının büyük ölçüde deşifre edilmesi, terörle mücadelede daha etkin sonuçlar alınmasını sağladı. Bu süreçte PKK’nın eylem kapasitesi ciddi şekilde zayıfladı ve örgüt, siyasi uzantıları aracılığıyla etkisini sürdürmeye çalıştı. DEM Partisi, örgütün güç kaybettiği her dönemde söylemleriyle PKK’nın propagandasını yapmaya devam etti. Seçim süreçlerinde çeşitli ittifaklar kurarak etki alanını genişletmeye çalışsa da bu girişimler istenilen sonucu tam olarak veremedi. Ancak son yerel seçimlerde kurulan siyasi ittifaklar ve bölge halkına verilen vaatler, DEM’in seçim sonuçlarına kısmen olumlu yansıdı. Buna rağmen örgütün zayıflamasıyla birlikte siyasi uzantılarının da etkisi giderek azalmaya başladı.
Bu noktada dikkat çeken bir gelişme yaşandı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Abdullah Öcalan’ın Meclis’e getirilerek PKK’nın lağvedildiğini açıklaması yönünde bir öneride bulundu. Bu tartışmaların ardından, Öcalan’ın "umut hakkı" kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği kamuoyunda gündeme geldi.
Umut hakkı, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan ve koşullu salıverme imkanından yararlanamayan mahkumların belirli şartlar dahilinde yeniden yargılanmasını öngören bir düzenleme olarak ele alınmaktadır. Öcalan’ın bu kapsamda değerlendirilip değerlendirilemeyeceği tartışmalara yol açtı.
Son dönemde DEM Partisi heyetleri, İmralı ile yeniden görüşmelere başladı. 27 Şubat’ta gerçekleştirilen son görüşmenin ardından DEM heyeti, İstanbul’da yaptığı açıklamada Abdullah Öcalan’ın kritik bir çağrı yaptığını duyurdu. Terörist başı Öcalan, PKK’nın artık ömrünü tamamladığını belirterek kanlı örgüte kongresini toplayıp kendini feshetme çağrısında bulundu.
Türkiye’de uzun yıllardır devam eden terör sorunu, kamuoyunda geniş yankı uyandıran gelişmelerle zaman zaman yeniden tartışma konusu olmaktadır. 1980’li yıllardan sonra büyüyerek yapı kazanan PKK, farklı isimler ve organizasyonlarla faaliyetlerini sürdürerek Türkiye’nin güvenliği ve kalkınmasının önünde ciddi bir engel olmuştur. Örgüt zaman zaman silah bırakma söylemleriyle gündeme gelse de şiddeti bir araç olarak kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Türkiye’nin doğu bölgelerinde istikrarsızlık yaratarak bölgesel kalkınmayı baltalayan ve etnik temelli kronik sorunların doğmasına neden olan bu yapı, dış desteklerle ayakta kalmaya çalışmıştır.
Son dönemde gündeme gelen bazı açıklamalar, toplumun farklı kesimlerinde çeşitli soru işaretlerine neden olmuştur. "DEM Partisi neden sürecin içinde yer aldı?" veya "Bu adımla terör örgütünün propagandasına zemin mi hazırlanıyor?" gibi sorular tartışmaların odağında yer almaktadır. Öncelikle, DEM Partisi’nin sürecin bir parçası olması reel siyasetin bir gereğidir. İster istemez, bu parti mecliste yer almakta ve diğer siyasi partilerin sahip olduğu haklardan yararlanmaktadır. Bununla birlikte, PKK’nın siyasi uzantısı olarak görülmesi nedeniyle, örgütün sözcüsü gibi hareket etmesi de kamuoyunda tepki çekmektedir.
Örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın, olası bir barış sürecinde kendisini ön plana çıkarma çabası içinde olduğu açıktır. Geçmişte de benzer süreçlerde, kendisini "barışın anahtar ismi" gibi göstermeye çalışmış, "Ben talimat vermesem silah bırakılmazdı" gibi söylemlerle bir tür kişisel PR çalışması yapmıştır. Devletin bu tür söylemlere dikkat etmesi ve terörist liderin propagandasına fırsat tanımaması büyük önem taşımaktadır. Ancak burada kritik bir ayrım söz konusudur: Türkiye Cumhuriyeti'nin talebi bir "ateşkes" değil, doğrudan "silah bırakma"dır. Bu ikisi arasında ciddi fark vardır ve Türkiye, terörle mücadelede elde ettiği büyük kazanımları sürdürmek adına bu söylem üzerinden ilerlemektedir.
Terörle mücadelede önemli başarılar elde edilmiştir ve örgüt sahada büyük oranda etkisiz hale getirilmiştir. Ancak ideolojik altyapısı hâlâ varlığını sürdürmektedir. PKK’nın silahlı mücadeleyi terk etmesi, zorunda kaldığı bir durum olarak değerlendirilebilir. Örgütün artık kurumsal kimliğini kaybettiği, sahada ciddi bir karşılık bulamadığı yönündeki analizler dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, örgütün silah bırakma sürecine girmesi, tercih veya pazarlık sonucu değil, zorunluluk neticesinde gerçekleşmiş olabilir. Kapalı kapılar ardında örgütün ciddi şekilde sıkıştırıldığı kanaati güçlenmektedir.
Gündeme gelen diğer kritik bir konu ise Suriye sınırında bir Kürt devleti kurulma ihtimaliyle ilgilidir. Bu, uzun süredir tartışılan ve çeşitli göstergelerle desteklenen bir iddia olsa da Türkiye Cumhuriyeti’nin temel menfaatleri açısından böyle bir senaryonun kabul edilmesi mümkün değildir. Türkiye’nin etnik anlamda bölünmeye açık bir yapıya evrilmesi, milli bütünlüğü açısından büyük bir tehdit oluşturacaktır. Tarihsel perspektiften bakıldığında, Osmanlı İmparatorluğu döneminde bu bölgelerin Misak-ı Milli sınırları içinde olduğu göz önüne alındığında, bu mesele sadece günümüz jeopolitiğiyle değil, tarihsel süreçlerle de ele alınmalıdır. Ancak PKK güdümünde veya başka bir şekilde bir Kürt devletinin o bölgede kurulma ihtimali görülmemektedir. ABD, İsrail, Rusya ve İran gibi ülkelerin bu yönde istekleri olsa da bu sürecin pratikte ilerlemesi mümkün değildir.
En hassas mesele ise şehitlerimizin aziz hatırasıdır. Babasız kalan evlatlar, evlatlarını toprağa veren analar, kardeş acısını yüreğinde taşıyanlar, eşini kaybedenler ve gözünden yaş akıtmasa da içinde büyük bir yangın yaşayan babalar… Onların duygularını anlamak ve empati yapmak büyük önem taşımaktadır. Bu konu, siyasetin dışında tutulmalı ve herhangi bir pazarlık unsuru olarak görülmemelidir. Cumhurbaşkanı’nın yaptığı "şehitlerimizin hatırası her zaman en üst düzeyde korunacaktır" şeklindeki açıklamalar, devletin bu konuda net bir tavır içinde olduğunun göstergesidir. Türkiye Cumhuriyeti devleti, şehit kanlarını yerde bırakmaz.
Son olarak, devlet aklı perspektifinden bakıldığında, neden böyle bir açıklamanın yapıldığı sorusu önemlidir. Bu açıklamanın gündeme gelmesi tesadüfi değildir ve Devlet Bahçeli’nin bu sürece dair söylemleri dikkat çekicidir. Günümüz dünyasında küresel dengeler büyük bir değişim içindedir. Soğuk Savaş sonrası dünya düzeni artık sona ermekte, büyük güçler arasındaki çıkar çatışmaları yeni şekiller almaktadır. ABD’nin iç siyasi dengeleri, özellikle Trump’ın yeniden sahneye çıkmasıyla ciddi biçimde değişmektedir. Trump’ın küresel siyasete farklı bir eksen kazandırma çabası, uluslararası krizleri tetiklemekte ve ABD’nin kendi iç yapısında bile ciddi tartışmalara yol açmaktadır.
ABD ile Rusya arasındaki güç dengeleri yeniden şekillenirken, Avrupa’nın pozisyonu da belirsizlik içindedir. ABD, Ukrayna’yı ulusal menfaatleri doğrultusunda desteklemiş olsa da bu desteğin ne kadar süreceği soru işaretidir. Ukrayna yönetiminin Avrupa’ya yakınlaşma çabaları ve ABD’nin bölgesel menfaatleri doğrultusunda bu desteği sınırlandırabileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir. ABD’nin Ukrayna’yı değerli maden anlaşmalarına zorlaması, küresel siyasette büyük güçlerin kendi çıkarlarını öncelediğinin en somut göstergelerinden biridir.
Tüm bu küresel gelişmelerin gölgesinde, Türkiye’nin bu tartışmaların tamamen dışında kalması düşünülemez. Olası bir küresel savaşta Türkiye savaşa dahil olsa da olmasa da güçlü olmak ve güçlü kalmak zorundadır. Türkiye’nin dış politikada attığı her adım, bu küresel dengeler içerisinde değerlendirilmeli ve milli menfaatler ön planda tutulmalıdır.
Özetle, Türkiye’nin terörle mücadelesi sadece askeri başarılarla sınırlı kalmamalıdır; aynı zamanda ideolojik mücadele de sürdürülmelidir. PKK’nın silah bırakma süreci, örgütün bir tercihi değil, zorunluluğun bir sonucudur. Ancak Türkiye, milli birlik ve beraberliğini koruyarak her türlü bölünme senaryosunun karşısında durmalıdır. Şehitlerimizin aziz hatırası her zaman yaşatılmalı ve bu konuda devletin hassasiyetleri korunmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, stratejik çıkarlarını gözeterek hem iç politikada hem de küresel dengeler içinde akılcı politikalar üretmeye devam etmelidir.
Kanaatime göre, devlet aklı, olası bir savaşı veya bloklaşmayı öngörmektedir. Zorunlu olarak savaşa çekilsek de güçlü olmak, milli menfaatlerimiz için büyük önem taşıyor. Savaşa girmesek de savaş sonrası etken faktör olabilmek için yine güçlü olmalıyız. Bu bağlamda, ülkemizi doğrudan etkileyecek ve yumuşak karnı olabilecek konuları minimize etmek, milli menfaatlerimize hizmet edecektir. PKK'nın silah bırakma çağrısının yapılması da tesadüf değildir. Daha büyük acılar yaşamamak adına, bazen istemeye istemeye bazı adımlar atmak zorunda kalabiliriz. Ancak Türk devlet aklı, bu stratejiyi doğru bir şekilde tahayyül edebildiyse, hassas olduğumuz konularda da aynı titizlikle hareket edecektir.
Bu açılım, bir politikanın yansımasıdır ve saha üzerinde ciddi bir karşılık bulması beklenmelidir. Osmanlı İmparatorları, batı seferlerine çıkarken pek çok intikam planını bir kenara bırakıp uzlaşı ortamı sağlayarak sefere gitmişlerdir. Her ne kadar sözünü tutmayanlar olmuşsa da birçok zafer bu şekilde kazanılmıştır. Türkiye’nin silah teknolojisindeki olumlu gelişmeleri göz önünde bulundurmak, bölgedeki oyun kuruculuğumuzun nedenlerinden biridir. Şimdi ise içerdeki tüm tartışmaları asgari seviyeye indirip, bekleme dönemine girmeliyiz. Avrupa ve ABD’deki gelişmeler, bizi nasıl etkileyecek diye düşünerek uluslararası siyasette gard alarak beklemek durumundayız.
Çok uzun zamandır, batı medeniyetleri ve ülkeleri birbirleri arasında sıcak savaş yapmamıştır. Sadece çıkar çatışmaları yaşandığında soğuk savaş göstergeleri görülmüştür. Savaşlarını Afrika, Asya ve özellikle de Orta Doğu üzerinden sürdürmüşlerdir. Yani, onların savaşlarında en çok, başta Müslümanlar olmak üzere, savaşın çıkartıldığı toplumların insanları ölmüştür. Olası bir savaş da yine en çok bölge insanını etkileyecektir. Batı, artık kendini ısırmayı çoktan bırakmış bir medeniyettir. Çıkar çatışmaları her zaman var olsa da ateşi başka toplumlar ve medeniyetlere bırakmışlardır. Böyle bir ortamda Türk devleti, kendi toplumunu korumak için bazı stratejiler geliştirecektir. Batının menfaat kavgası ve söylemlerinin tutarsız olması nedeniyle sürekli değişme ihtimali bulunan bu duruma ülkemizin pozisyon alması çok daha zorlaşacaktır. Ancak bildiğimiz bir şey var ki, bizi bir arada tutan inanç ve kültür birlikteliği, her türlü saldırıyı bertaraf etmeye yetecek güçtedir. Şimdi, sadece bu birliği ve değerlerimizi odaklanarak güçlendirmemiz gerekiyor.
Bu tartışmalardan uzak kalmak imkânsızdır; çünkü tarihsel sorumluluklarımız ve misyonumuz vardır. Rusya’nın güneye inme isteği, Akdeniz koridoruna hâkim olma arzusu, İsrail’in vaat edilmiş topraklar hayali, büyük Ermenistan ideolojisi, Kürdistan devleti kurma planları, Yunanistan’ın Ege ve Kıbrıs hedefleri, batının İstanbul sevdası ve ABD ile Avrupa'nın enerji savaşları… Tüm bu gelişmeleri göz önüne alarak, Türkiye’nin alacağı kararlar belirleyici olacaktır. Devlet aklı, her ne kadar toplumun tüm kesimlerini memnun etmese de bir ayağını kendi ülkesinde, diğer ayağını ise dünya üzerindeki gelişmeleri takip etmekte tutmaktadır.
Türk devletinin köklü bir geleneğe sahip olduğunu ve bu geleneğin, tüm hassasiyetleri gözeterek en sağlıklı şekilde okumalar yapacağını biliyorum. Devlet, bu öngörüyü yapamazsa varlığını sürdüremez. Zaman, devlet aklının ortaya koyduğu stratejinin sonuçlarını bizlere gösterecektir.
Allah, devletimizi korusun.