BİRİSİ DÜRTSÜN BENİ

Muhammet MARAP
Bahar gelir, çiçekler açar. Tüm nebatat yeniden canlanır. Öleceklerini bilmezler. Doğduklarını bilmedikleri gibi… Hazan zamanı gelince, göçer giderler. Ömrü dakikalarla sınırlı olanların dakikaları bitince gider. Ömrü aylarla belirlenenlerin ayları bitince ölürler. Hayatları yıllarla sınırlananların, sınırı bitince teslim olurlar.
                Bitkilerin doğumları başka bitkileri sevindirmediği gibi, ölümlerinin de bitkiler arasında fark edilmediği hesap edilir. Ya da biz öyle biliriz.
                Aynı şeyler hayvanlar için de geçerlidir. Belki de biz öyle biliyoruz.
                İnsanlar için durum çok farklıdır. Doğuşumuz birilerinin bayramı olabileceği gibi, ölümümüz de birçok yüreğin yangınını körükleyecektir.
                Hastalanışımız hüzündür, sağlığımıza kavuşmamız bayramdır kimilerine…
                Birbirimizi cismen ve manen yine kendimiz iyileştirmeye çalışırız. Doktorumuz, ruh bilimcimiz vardır. Bedenimizin sıhhatini tabipler sağlamaya çalışırlar. İlaç verirler, ameliyat ederler, uyuturlar, uyandırırlar… Ruhumuzu da tedavi etmeye çalışırlar. Cismani tedavimizin tüm sınırları henüz keşfedilemediği gerçeğinin yanında, ruhi tedavimizde ciddi anlamda yavanız aslında. Bildiklerimiz yok denecek kadar azdır.
                Doktorlar ameliyat yapacakları zaman canımız acımasın diye narkoz (anestezi) yaparlar. Hastalığın durumuna göre bu narkoz kısmi olabileceği gibi tüm beden için de uygulanabilir. Narkoz yiyen insanı kesersiniz, eklersiniz, çıkarırsınız… Hasta durumun hiç farkına varamaz. Ta ki narkozun tesiri geçene kadar. Dokularımızla hissettiğimiz acılarımız narkoz sonrası ağrı kesici ile uyutulmaya devam edilir. İyileşme gerçekleşince ya hayat normale döner veya bitirebiliriz filmi!
                Ruhsal hastalığımızın tedavisinde ne mi yaparız?
 Delirmemenin ilacı var mıdır? Akıllı gibi kabul edilip de akliselim olmadığı düşünülenleri kimler belirler. Bunlar uzmanına bırakalım.
Bu aralar ruhların ahvaline takıldım. Olup bitenleri fark etmemek için narkoz icat edilmiş mi? Ya da olup bitenleri aldığımız narkozla mı fark etmeyiz. Bu narkoz nasıl bir şeydir?
Ruhumuzun narkozu “gaflet”tir.
Gaflet bizi öyle bir narkozlar ki, hayattaki nice harikaları hep pas geçeriz.
Çiçekler açmış, normal. Ağaçlar yaprak açmış, görevi. Sonbahar gelince yapraklar dökülecekmiş, doğal bir hadise. Bu işler niçin olur? Bu işleri kim, niçin yapar? Ruhumuzun narkozu izin verdiğince anlamaya çalışırsız. Gaflet narkozu böyle bir şey!
İnsanlar doğar, büyür, ölür… Hepsi doğal! Niye doğarız, niye ölürüz, öldükten sonra her şey biter mi? Gaflet narkozu izin verse düşüneceğiz.
Çanakkale’de 250 bin, Sarıkamış’ta 90 bin can gitmiş. Savaşta olur böyle şeyler! Niçin kendilerini feda ettiler, bizden ne beklerler. Narkoz, narkoz! Gafillik, gafillik…
Binlerce kilometre uzunluğundaki damarımız. Tad alma duyumuzun sırrı. Darwin’i de çıldırtan görme işi nasıl oluyor? Vücudumuzun harika sanat eseri olmasıyla niye ilgilenmeyiz. Bu mükemmel beden eseri kısa ömür için ne anlam ifade ediyor. Ruhun yolculuğu nereye kadar?
Cenazeye gider, cansız bedenleri izleriz. Ölümdür, normal! Hiç orada uzanacağımızı hayal edemeyiz. Etsek bile kısa keseriz. Hayata kaldığımız yerden devam ederiz. Narkoz… Gaflet… Kim bilir bu satırları okurken bile mini bir tebessümle yetiniriz. Ben yazarken bile mütebbessimim. Narkoz ve gaflet…
Şair ne de güzel demiş;
 
“Tahtadan yapılmış bir uzun kutu.
Baş tarafı geniş, ayak ucu dar.
Çakanlar bilir ki bu boş tabutu.
Bir gün kendileri dolduracaklar.”
            Bilirler mi, bilmezler mi tartışılır. Narkoz etkisiyle bilmez gibi mi davranırlar yoksa.
            Dünyayı, dünya gibi anlamak ne kadar zor iş.
Narkozdan çıkmak için birisi dürtsün beni…