Osmanlı’dan günümüze Türkiye muhafazakâr bir ülkedir. Halk dilinde %99’u Müslüman diye tanımlanır.
Lale devri sonrası başlayan Batıcılık akımı sonrasında özellikle Jön Türkler ve daha sonra İttihatçıların sivrilmesiyle 31 Mart Vakasında ilk kez açıktan açığa “irtica” bir tehdit ve hall gerekçesi olarak kullanıldı.
Cihan Harbi, Çanakkale Zaferi ve Milli Mücadele’de milli-manevi ruh temel dayanak noktası olduğu halde Türkiye Cumhuriyeti ilk kurulduğu anlardan itibaren halka rağmenci bir tutum sergileyen Beyaz Türklerin çoğunluktaki muhafazakârlara karşı tahakkümüne tanıklık ettik.
Muhafazakâr vicdanın sesi her yükseldiğinde darbeler ve baskılarla sindirildi. Çoğunluk olmanın gücünü kullanamadılar. İktidar olsalar da muktedir olamadılar.
İlmiye, kalemiye, basın, STK’lar bir taraftan. Öte yandan Peygamber ocağı dediğimiz, askerine Mehmetçik dediğimiz gözbebeğimiz ordumuz da halka rağmenci grubun içinde yer aldı. Öyle ki muhafazakâr olan bir komutanın orduda dini vecibelerini aşikarane yerine getirmesi hayal bile edilemezdi.
Muhafazakâr kesime okumayan, dinci cami fakiri, sövene dilsiz, dövene elsiz, korkak ve sükût içinde fasit bir kitle olarak bakıldı.
Okumak için meşru yollara girdiğinde ise türlü türlü engellere maruz kaldı…
Bunlar mazimizdeki gerçeklerimiz.
Şimdi de bu ahvalde Gülen’in nasıl FETÖ’ye dönüştüğüne bakalım.
Gülen, 1960’larda hain planını devreye sokarken işte bu konjektüre göre yol tuttu.
Eğitim sektöründen giriş yaparak, traşlı ve kravatlı vitrin insanlar yetiştirerek ve bunları önemli makamlara yerleştirerek muhafazakâr kesimde ciddi bir heyecan uyandırdı. Gülen’in kendisi antipatik olsa da vitrindeki numuneleri pek sempatikti.
Muhafazakâr kesimden kimileri malıyla, kimileri gayretleriyle, kimileri evlatlarıyla, kimileri dualarıyla asla bir zarar gelmeyeceğinden emin olarak bu harekete destek olmaya çalıştılar. Sorgulama, araştırma ihtiyacı dahi duymadan teslim oldular. Ne var ki artık muhafazakâr insanlar da devlet makamlarında olacak, camilerde kravatlı insanlar da olacaktı.
Gülen yapılanmasının hızla büyümesi, Türkiye hatta dünya gündeminde yer edinmesi sırasında arada dikkat çeken kuşku verici hadiselere ve cevapsız sorulara rağmen muhafazakâr kesimden destek gördü. Güç arttıkça muhalif sesler de duyulmaz oldu.
Türkçe Olimpiyatları halk ile doğrudan teması da sağladı. Bu güven tazeleme anlamına gelmekteydi. Millet evlatlarını bu yapının bir tarafına iliştirebilmek için adeta yarışıyor oldu.
Muhafazakâr insanlarımız ve bil hassa bu hareketin içinde öyle ya da böyle hasbelkader bulunmuş kişiler yapının türlü manevralarla, takiyeler yaparak hassas kurumların içerisine sızmaya çalıştığından da haberdardı. Evet metot meşru bir metot değildi ama orduda, emniyette, yargıda, üniversitelerde, mülkiyede alnı secde gören imanlı kişilerin varlığından ne zarar gelirdi ki… Zaten bunca zaman bunun eksikliğinden şikâyet edilmiyor muydu?
İşte sorunun bel kemiği… Eğer Beyaz Türkler Türkiye’yi tekellerinde görmeseler, halka rağmenci bir tutum sergilemeseler, meşru yollarla kazanılan hakka razı gelseler sinsi bir şekilde örgütlenmelere pirim verilir miydi?
Bu sadece FETÖ ile de ilgili değil. FETÖ ile hiç ilgisi olmayan niceleri mesela 28 Şubat sürecinde Cuma namazını kılabilmek için tenha bir köşede cami aratan Beyaz Türkler… Siz evet siz Gülen’i FETÖ haline getirdiniz. Nasıl bir canavar beslediğinize hayretler içerisinde bakıyorsunuz şimdi. Birbirinizden şüphe duyuyorsunuzdur hatta.
Beyaz Türklerin de büyük bir özür borcu var bu millete…
15 Temmuz millet ve devletin bir ve bütün olduğunu bizlere ispatladı. Millete rağmen devlet, devlete rağmen millet olamaz.
Vatan, millet ve bayrak bizlerin müşterek paydası olacak, olmalı… Kavga etsek de küssek de bu vatandan başka bir vatanımız, bu bayraktan başka bir bayrağımız olmadığını bilecek hep birlikte tek millet olduğumuzu asla unutmayacak, birlikte düşecek, birlikte yükseleceğiz. İçteki hainleri birlikte temizleyecek, dıştaki düşmanlara birlikte kükreyeceğiz…
Bu ya böyle olacak ya da hainler düşmanlar kazanacak…
Allah’ın Nusret eli üzerimizden eksik olmasın.