Düşünün, Doğu Karadeniz’de içerisinden dere akan bir dağ köyünde dünyaya gelmişsiniz. Kulaklarınız, daha çevredeki sesleri fark etmeye başladığında, gürül gürül akan derenin ve rüzgârla uğuldayan ormanın sesiyle tanışmış... Bu tanışma yıllar geçtikçe bir tür kanıksamaya dönüşmüştür... Sanki o sesler olmadığında sağırlaşacaksınızdır... Gözleriniz kezâ, dağların ve derenin o muhteşem görüntüsüne açılmıştır. Onların varlığı olmadan kendi varlığınızı tarif edemezsiniz.
Böyle bir köyde hayat akarken, siz dağa dereye; dağ dere de size akar… Onlarla sahici bir ilişki kurar, hemhâl olursunuz. Çevrenizi saran dağlardan, kışlık odununuzu, ineğinizin yiyeceği taze yaprakları, altına sereceğiniz kuru yaprakları edinirsiniz. Yolunu, pınarını, her bir köşesini elinizle koymuşçasına bilirsiniz. Ağaçların bebekliği, çocukluğu, gençliği ve hatta yaşlılığı zihninizde yer edinmiştir. Bazı ağaçlar sizin için bir başka özeldir... Altında oturup sohbet ettiğiniz, gülüp ağladığınız ağaçlardır onlar. Tırmanıp daldan dala ta zirvesine kadar çıkıp köyü kuş bakışı seyrettiğiniz ya da dalındaki kuş yuvasını gözlediğiniz... Dalından astığınız ipe kurduğunuz salıncakla tarifi imkânsız bir sevinç ve heyecanla sallandığınız… Veyahut gövdesinden sallanan çam sakızlarını büyük bir hevesle topladığınız ağaçlar…
Sonra hayvanlar, dağ hayvanları: Ayılar, domuzlar, çakallar, tilkiler, kurtlar, kuşlar, böcekler ve daha niceleri… Geyikler mesela, akşamüstleri karşınızdaki dağa sülalece gelip, âheste âheste otlayan geyikler görmüşsünüzdür… Akşam ezanı eşliğinde hep bir ağızdan avaz avaz bağıran çakal seslerini duymuşsunuzdur. Ya da alacakaranlıkta göz göze geldiğinizde aniden uzaklaşan muhteşem güzellikte çakallar… Annenizden, babanızdan, çevrenizden dinlediğiniz, dağdan inip ekinlere musallat olan domuz, ayı, çakal öyküleriyle büyümüşsünüzdür... Kısacası diyeceğim o ki dağlar, eteklerinde hayat süren insanlar için bambaşka anlamlar yüklenmiştir... İnsanlar onların varlıklarına nispetle var olur, yaşarlar…
Dağ köyünün deresi bir başka fenomen, bir başka gerçekliktir. Evvela onun gürüldeyen sesi köyün kimliğini seslendirir: “Ben buradayım, bu köy de bendedir, benden akar tüm bu köyün hayatı!” der, âdeta. Köyün bir ferdi olarak, derenin üstündeki taş ya da tahta köprülerle onunla yakınlık kurarsınız. Köprünün tam ortasına gelip uzun uzun seyrettiğiniz olur mesela… Köpürdeyip sıçrayan tertemiz sularına hayranlıkla bakarsınız; koca koca taşları taşırken arada bir çıkarttığı tok seslere kulak verirsiniz… Yakınındayken yanınızdaki insanla birkaç ton daha yüksekten konuşmak durumundasınızdır. Aksi taktirde onun sesi ikinizin sesini de bastırır… Ona severek baktıkça, tertemiz sularında yıkanıp temizlenmiş gibi hissedersiniz kendinizi…
Yazları köyün çocukları bin bir çabayla derenin suları arasındaki büyük bir taşın altındaki küçük taşları oradan oraya taşıyıp kendilerine küçük havuzlar yaparlar. Alçaktan uçan uzun kuyruklu gri-beyaz dere kuşları eşliğinde ilk yüzme, deneyimleri buralarda gerçekleştirilir. Ustalaşmış olanlar, büyük taşın üstüne çıkıp oradan suya atlarlar. Derede yüzmek büyük ustalık ister; ancak onun serin ve tatlı sularına dalabilmek bir başka güzeldir. Diğer yandan, “dereye balığa gitme” de gençler için bir vazgeçilmez faaliyettir. Fındık ağacından hazırlanan oltalarla gençler, bazen evin yakınlarında bazen de dere boyunca balığa giderler. Tutulan alabalıklar “v”şeklindeki bir ağaç dalına dizilir. Akşamları ellerindeki balıklarla evlerinin yolunu tutarlar. Evde anne, abla ya da kardeş balıkları temizleyip tereyağında mis gibi kızartınca, olağanüstü bir ziyafet çekilir.
Derenin içindeki kumlar ve taşlar evdeki hayatın içine kadar taşınmıştır. Köyün evleri inşa edilirken dere kumu ve taşı kullanılır. Dereden insan eliyle çıkartılan malzeme inşaat alanına kadar taşınır. Eskiden imece usulüyle sırtta taşınırmış; ya da dereden inşaat alanına kadar insanlar ip gibi sıralanıp imece usulü, kum torbaları ve taşları elden ele verirlermiş… Sonraları teleferikler çıkmış, teleferik aracılığıyla taşınmış tüm bunlar evlerimize…
Çok daha eskiden, kara yollarının olmadığı yıllarda bir de “dereciler” varmış… Derecilik yapan adamların işi, kesilip dereye atılan büyük ağaç kütüklerini ellerindeki demir kancalı, uzun ve güçlü sopalarla yönlendirip dere boyunca sürmekmiş. Hayli zor olan bu işi yapan kişilerin köydeki sosyal konumları, şöhretleri büyükmüş. Anlaşılan günümüzde pilotlar nasıl gökyüzünün kahramanlarıysa, eskiden de dereciler derelerin kahramanlarıymış…
Dağlar gibi dereler de ait olduğu köylerin insanları için son derece yaşamsal anlamlar içeren yerler, varlıklardır. Onların bu insanların hayatlarında olmaması ya da gerçekliklerinin zedelenmesi, bir tür yaşamsal yoksunluk gibidir.
Doğu Karadeniz’deki bir köyün el değmemiş yaşamındaki dağların ve derelerin yerini böylece özetledikten sonra, günümüze uzanıp karşımızdaki manzaraya bakalım. Ben, son derece fecî bulduğum günümüz manzarasını kendi gözlemlerimle tasvir etmek istiyorum.
Üç sene öncesinde köyüme gittiğimde sahne sahne gördüklerimin sıkı bir trajediyi çağrıştırdığını söylemeliyim. İlçemiz Çayeli’den köyümüz Kaptanpaşa/Senoz yoluna girdiğimizde akşamın karanlığı düşmüştü. Yanımızdan akıp giden Büyük Dere’yi göremiyordum ama bir tuhaflık vardı… Dere’nin sesi duyulmayacak kadar azdı… Devam edip evimize varıp da ertesi sabah olunca her zamanki gibi ilk işim evimizin dereye bakan arka bahçesine geçmek oldu. Yaklaşık 200-300 metre aşağımızdan akan dereye özlemle baktım… ve… öylece kalakaldım!... Dere benim derem değildi sanki!… Suları bir dere değil de cılız bir ırmak gibi akıyordu. Kulaklarımda uğuldayan sesinden eser bile yoktu!... Eve girip anneme derenin bu acıklı halinin sebebini sordum. Dedi ki: “kızım yukarılarda baraj yapılıyor, onun için sularını tutuyorlar derenin… ” Şok olmuştum!...
Dere kenarına indim. Baktım dere artık Büyük Dere değil, Küçük Irmak! Üstelik içindeki o güzelim koca koca taşlar da yok olmuş. Çoğu yeri ciddî bir biçimde göle dönüştürülmüş… Öğrendim ki taşlar çıkarılıp taş ocağında parçalanıyor sonra da yeni yapılan sahil yolunda kullanılıyormuş. Daha fenası, dere boyunca bazı tabelalar gördüm: Anladım ki devletimiz, deremizin kumunu özelleştirmiş! Birileri gelmiş orada şantiyemsi yerler kurmuş ve derenin kumunu yerinden söküp söküp satıyor!... İnanamadım gördüklerime! Nasıl olurdu? Nasıl yaparlardı bunu bize?...
Ertesi gün evdekileri toplayıp dere boyunca yaylalara doğru yola çıktık. Mutsuz mutsuz akan güzel deremizle birlikte kara yolundan dağlardan dağlara aşıyorduk. Epeyce çıktıktan sonra bir baktım ki sağımda solumdaki dağların bağırları delinmiş! Koca koca, vahşî vahşî beton tüneller, dağlarımızın bağrından girmiş sırtından çıkmış! Yapılmak istenilen, çatallaşan derenin dağın bu yanındaki kolunu diğer yanında kalan koluyla birleştirerek yapılacak HES’in barajı için daha fazla su toplayabilmekti. Manzara korkunçtu! Ürküntü veriyordu insana! O güzelim, pırıl pırıl dağlar hem delik deşik olmuş; hem de tüm hafriyat dereye-bayıra yıkılmış, yığılmıştı!... Dağların ve derenin bir zamanlar içlerinde barındırdıkları hayatlar tecavüze uğramıştı. Rahatı huzuru bırakılmamıştı dağların, derenin… Ağlamak istedim…
Peki ama neden karşı çıkamamıştık? Neden Fırtına Deresi’nin sâkinleri gibi engelleyememiştik daha baştan? Bir taraftan sürekli olarak açılan ve iptal edilen davalar… Diğer taraftan belki daha da önemlisi, köyün modern hayat şartları nedeniyle son yirmi sene içinde adım adım söndürülen hayatı; geçim yollarının bitmesi ve hızla verilen göçler… Esas sorunun bu son zikredilen göç meselesi olduğunu düşünüyorum. Evet, sade bizim dere değil, tüm Karadeniz dereleri sâkinlerini göçe kurban verdi. Gözden uzak olunca, gönülden de uzak olunurmuş… Nitekim Fırtına Deresi dışında hemen tüm Karadeniz dereleri HES’ teslim oldular. Galiba Fırtına’nın galip gelmesindeki iki büyük etken, Hemşinli bölge insanlarının bizim insanlarımıza göre biraz daha eğitimli dolayısıyla HES’lere karşı bilinçli olmaları ve Kaçkarların eteğindeki cennet mekân Ayder’in turistik varlığıdır. Aydır, yayla turizmi ve dağcılık, yaşayan varlıklarıyla Fırtına Deresi’nde HES’ karşı direnmede ve devleti iknada önemli argümanlar olmuş olabilir… Diğer yandan Fırtına Deresi vadisinin milli park ilân edilmiş olması da çok önemli bir direnç noktasıdır.
Doğaya karşı özel bir hassasiyeti olan insanlar dışındaki büyük kitle için HES’lerin inşâsı muhtemelen, birer enerji makinesi oluşturmaktan öte bir anlam taşımıyor… Dolayısıyla onlar, “çağımız enerji çağı” mottosuna sığınıp, verdikçe veriştiriyorlardır HES karşıtlarına… Çağın enerji çağı olduğu kesin; ancak enerji tüketiminin bir gelişmişlik ölçütü olarak görülüp teşvik edilmesinin hayatı, dünyayı ve insanlığı ne denli yaralamakta olduğu da başka bir kesinlik olarak karşımızda duruyor.
Yapılacak şey, deremizin ve dolayısıyla dağlarımızın üstündeki yabancı ellerin çekilmesini sağlayıp, eski huzura kavuşmanın mücadelesini vermektir. İnanıyorum ki tüm bu doğaya aykırı faaliyetler bugün durdurulursa, dağlar ve dereler küskünlüklerini üzerlerinden atıp kendilerini toparlamaya çalışacaklardır. Bizler, ait olduğumuz toprakların böylesine bir tacize uğramasına seyirci kalmamalıyız. Modern-kapitalist şehir hayatının esasında insanlığın en büyük düşmanı olduğunu anladığımız gün geri dönmek isteyeceğimiz vatanımızı bıraktığımız gibi bulmak, eminim hepimizin dileğidir.